Evvelâ Cenâb-ı Hakk'a çok yalvarması lâzım gelir. Çünkü en büyük mücâdele nefs ile mücâdeledir. Peygamberimiz iki milletin birbiriyle yaptığı muhârebeleri küçük muhârebe saymış, nefs ile yapılan mücâdeleyi ise büyük harb saymışdır. Onun için nefs ile mücâdeleyi Cenâb-ı Hakk'dan istiâne ederek yani yardım isteyerek yapmalı. Birinci vazîfe budur çünkü insana metâneti verecek, sabrı verecek, fenâlıklara karşı durma kuvvetini verecek olan Allah'dır. Onun için terk-i terk lâzımdır. "Bunu ben yapdım" veya "Bunu ben yapmadım" diyerek kendine benlik vermeyecek. Hakk'ın tevfîki olursa, "Allah bana bunu yaptırmadı elhamdülillah, beni bu işden kurtardı" diye Cenâb-ı Hakk'a güvenmesi lâzım gelir.Efendi Hazretlerinin seyr-i sülûk için birinci derecede öncelikli kabûl ettiği istiâne, sôfiyyenin başlıca düstûrlarından biridir. Bu düstûr, her namazda okuduğumuz Sûre-i Fâtiha'daki "اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ iyyâke na'büdü ve iyyâke nesta'în" âyet-i kerîmesine istinâd eder. Bu âyet-i kerîme, kulun her hususda Allah'a muhtâc olduğunu ve ibâdet ederken dahî o ibâdeti Allah'ın yardımıyla yaptığını unutmaması gerektiğini beyân eder. Her namazın her rekatında Fâtiha okunması da bu hakîkati hep hatırda tutmak içindir. Bu düstûrun diğer bir vechesi de, kulun gerek yaptığı ibâdetleri ve diğer hayırlı işleri, gerek tövbesini ve günâhlardan kaçınmasını aslâ kendisine mâl etmemesi ve bunların hep Allah'ın fazl u keremiyle olduğunu bilmesidir. Bir sâlik ancak bu düstûra riâyet ederse yolda ilerleyebilir. Fâtiha'daki "اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ihdines sırâtal müstakîm" âyet-i kerîmesi de bu ma'nâya işaret eder. "Nefsin şerrinden kurtulmak ancak Allah'ın inâyetiyle mümkündür" başlıklı yazımızda bu mesele hakkında daha fazla tafsîlat bulabilirsiniz.
Ey Hazret-i Rahmân'ım tevfîk ü hidâyet et
Âlemlere sultânım tevfîk ü hidâyet et
Sen Kâdir-i mutlaksın hem erham ü eşfaksm
İhsân edici Hakk'sın tevfîk ü hidâyet et
Efendi Hazretleri nefs ile mücâdele için ikinci şartı da şöyle beyân buyurdular :
İkinci derecede, nefs ile riyâzatla mücâdele yapar. Çünkü Allah nefsi halk ettikden sonra ona sordu, "Sen kimsin ben kimim" dedi. Nefs "Sen neysen ben oyum dedi". Sonra Allah nefsi bin sene ateşde yakdı. Çıkardı yine aynı soruyu sordu. Nefs yine, "Sen neysen ben oyum" dedi. Sonra Allah nefsi bin sene dondurdu. Yine aynı soruyu sordu. Nefs yine "Sen neysen ben oyum" dedi. Sonra Allah nefsi aç bırakdı. Aç bırakıp da sorunca, nefs "Sen Rabbü'l-âlemînsin, ben âciz bir kulum" dedi. Bunun ma'nâsı, insanların nefs ile mücâdeleyi riyâzatla yapması gerektiğini göstermekdedir. Bu bir misaldir. Yoksa Allah nefsin seyrini bilmiyor da kimyâger gibi tecrübe etti ma'nâsına değil. Yani bize bildirmek için böyle yapdı. Demek ki, evvelâ Allah'dan tevfîkini isteyecek, sonra riyâzat yapacak.Riyâzatdan maksad, nefsin hoşuna giden şeyleri kısıtlamak demekdir. Bu da az yemek, az uyumak, az konuşmak ve insanlarla az görüşmekle olur. Nefsin isteklerini zarûret mikdarı ile kısıtlayıp, rûhun gıdâsı olan ibâdetlerle ve zikrullah ile meşgûl olan kişi kısa zamanda ilerler. Burada dikkat edilmesi gereken husus, bedenin ihtiyâcı olan yemek, içmek, uyku ve sâir şeyleri birdenbire kesmemek, rûhun ihtiyâcı olan ibâdet ve zikrullaha da birdenbire yüklenmemek, bunları alıştıra alıştıra, tedrîcen yapmakdır. Zîrâ taşıyamayacağı kadar ağır yük yüklenen kişi, yürüyemez, yolda kalır. Tavsiye edilen yol, önce yükü hafif tutmak, onu taşımaya alıştıkça yükü arttırmakdır. Kısacası riyâzatda devamlılık ve tedrîcîlik esasdır.
Cilvegâh-ı tûr-i Hakk'ı bulmak istersen eğer
Kalbinin çâr kuşesini arş-ı Rahmân edegör
Kenz-i mahfî sırr-ı zatî unsur içre gizlidir
Genc-i rûhu bulmak için nefsi vîrân edegör
Efendi Hazretleri, nefsi ile mücâdele eden sâlikin erişeceği mertebeler hakkında da şöyle buyurdular :Tarîkatlarda merâtib vardır. İlk önce nefs-i emmâre ile mücâdele başlar. Bir müddet sonra nefs-i levvâmeye döner. Nefs-i levvâme demek, nefs bazen onu kandırır, fenâlık yaptırır, sonra nâdim olur, iyiliğe döner. Nefs-i levvâmenin alâmeti pişmânlıkdır yani önce fenâlığı yapıyor, sonra pişmân oluyor. Halbuki nefs-i emmârede iken yaptığı fenâlıklarla iftihâr eder. "Vurdum, kırdım, ben şöyle yapdım, böyle yapdım" diyerek yaptığı körülüklerle iftihar eder. Nefs levvâmeye döndü mü, böyle bir kötülük kendisinden zuhûra gelince, onun fenâlık olduğunu anlıyor ve Allah'a istiğfâr etmeye başlıyor. Sonra nefs-i mülhime var. Nefs-i mülhimede şeytânî ilhâm ile rahmânî ilhâmı ayırmaya başlar. Bu da ulemânın yani âlimlerin mertebesidir. Sonra onun üstünde nefs-i mutmainne var. İnsan oraya ayak basdı mı mutmainnede insan olur. O vakit, kötülük yapmak değil, kötülüğü düşünmeyi bile çirkin görür. İşte o vakit rüşd sâhibi olur ve kendini kurtarır. Bu da Allah'ın kuluna büyük bir fazlıdır. Bunun da üç tâne derecâtı vardır. Radıyye, mardıyye ve sâfiyye. Nefs-i râdıyye, Hakk'dan ne gelirse râzı olur, mardıyyede Allah da ondan râzı olur. Sonra nefs-i sâfiye gelir ki, son mertebedir. Bu da şuna benzer. Meselâ bir suyun içine şekeri atıp karıştırırsan şeker suda eriyor ve kayboluyor ya, işte nefs-i sâfiyye mertebesine eren de, suda şekerin kaybolması gibi, fenâfillah olur, Allah'da fenâ bulur. Sonra bir de bekâbillah var ki, bu da suyun içine zümrüdün ya da pırlantanın atılmasına benzer. Karıştırınca erimiyor, içinde duruyor. Yani bu mertebeye eren Hakk'la berâber olur. Hakk'da olur ve Hakk'la olur. Ne yaparsa Hakk'la berâber yapar.
Cihâna gelmeden maksûd özünü âdem etmekdir
Müsemmâ içre mazhar ismini hem a’zam etmekdir
Geçüp sûretle ma'nâdan sarây-ı sırr-ı a’lâya
Derûn-i dilde dildâre dilini mahrem etmekdir
Bu iklîm-i derûnu nefs elinden feth edüp bir bir
O milk-i ma’nevîde rûhu Sultân Edhem etmekdir
Mutahhar eyleyüp kalbi dü âlem iltifâtından
Sarây-ı beyt-i vahdet Ka'be ile Zemzem etmekdir
Görünmez dîde-i 'aşka sivâlar lâkin illâ hû
"Me'allah"a erüp sırrını Hakk'la hemdem etmekdir
Bu nâsût 'âleminden eyleyüp lâhûtuna 'avdet
0 Yorumlar