Fakr ve gınâ, Allah'ın ve kulun iki sıfatıdır. Allah için gınâ nasıl bir medh ü senâ sıfatı ise, kul için de fakr öyledir. Hakîkî fakr, kulun sıfatıdır çünkü ona gınâ karışmamışdır. Hakîkî gınâ ise Allah'ın sıfatıdır çünkü ona fakr karışmamışdır.
Allah'ın mahlûkatından müstağnî olması nasıl Allah'ın en yüce sıfatı ise, kulun en yüce sıfatı da, bütün işlerinde Allah'a karşı fakr hâlinde olmasıdır. Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'de, "وَاللّٰهُ الْغَنِيُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُۚ Allah ganîdir, hiç bir şeye muhtâc değildir, muhtâc olan sizlersiniz" buyurmuşdur. Diğer bir âyetde de, "يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَٓاءُ اِلَى اللّٰهِۚ وَاللّٰهُ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَم۪يدُ Ey insanlar! Sizler Allah'a muhtâcsınız, Allah ise hiç bir şeye muhtâc değildir ve her medhe lâyıkdır" buyurmuşdur.
Fakr, nefs, kalb, rûh ve sırr bakımından muhtelif kısımlara ayrılmışdır. Nefsin fakrı, kurb ve rızâ yoluyla, sırrın fakrı ise müşâhede ve likâ yoluyla olur.
Kul ne zaman ki nefsini Allah'ın vefâ kapısında iftikar ile tutar, işte o zaman Allah'ın affına nâil olur. Kul ne zaman ki rûhunu Allah'ın muhabbet kapısında fakr hâlinde tutar, işte o zaman Allah'ın inâyetine mazhar olur. Fakrın hakîkati, Allah ile yetinmek ve zayıf olan nefsi, mağfireti bol olan Allah'a teslîm etmekdir. Fakrın alâmetlerinden biri de sebebleri görmeyip her şeyi müsebbib-i hakîkî olan Allah'dan bilmek, her şeyi Allah'dan beklemek ve sebebleri unutup yalnızca müsebbible meşgûl olmakdır. Kırık bir kalb, i'tizâr eden bir lisân, amellere güvenmeyi terketmek, mahlûkata yönelmeyi bırakıp Hakk'a teveccüh etmek de fakrın alâmetlerindendir.
İftikar, muhiblerin en yüce derecesi, münîblerin en yüksek menzili, mürîdlerin en ileri hâli, tâiblerin en üstün makâmı, mukarreblerin en yüce mevkiidir. İftikar, ubûdiyyetin aslı, ihlâsın sadrı, takvânın başı, sıdkın esâsıdır. İftikar sâhibi zevâtın yakınlığına ermek isteyen kimse, nefsinin ve âile efrâdının isteklerine önem vermemeli ve Allah'dan gayrı her şeyden ümîdini kesmelidir. Fakr hâlindeki kişinin misâli, üstü kapanmış, izi kaybolmuş, karanlık bir kuyuya düşen ve kurtarıcıdan ümîdini kesen kişinin misâli gibidir. Böyle bir kimse, Mevlâ'sından başka birine muhtâc olduğunu düşünebilir mi? Allah'dan gayrı bir kimseden ümîdvâr olabilir mi?
Fakr-ı fahrinde gınâ-yı mahv-ı sarfı bulmayan
Tâ ezelden kenz-i bî-pâyânı bilmez kandedir
Arş-ı kalbini tecellîgâh-ı Rahmân etmeyen
"İstevâ" sırrındaki mihmânı bilmez kandedir
Bilmiş ol ki, her şeyde Allah'ın kudretinin kemâlini ve sun' u tedbîrinin cemâlini tefekkür eden kimse, bütün ef'âlinin Allah'ın hükmü altında olduğunu ve her kulun perçeminin Allah'ın elinde olduğunu bilir. Yani Allah, kulunu dilediği gibi hareket ettirir. Kulun se'âdet ve şekâveti Allah'ın ezelî hikmetinin bir tecellîsi olup, O'nun kazâsını değiştirebilecek ve verdiği hükme karşı gelebilecek kimse yokdur. İşte insanda bu hâl gerçekleştiğinde, kul Allah'ın ipine sarılır, O'na teslîm olur, külliyen O'na boyun eğer. Öyle ki, ne bir güç, ne bir kuvvet, ne bir irâde, ne bir tedbîr, ne bir ta'lîk, ne de bir suâl olmaksızın ızdırar duruşuyla Hakk'ın huzûrunda durur. Çünkü dünyâ ve âhiret se'adeti ancak Allah'ın ipine sarılmakla elde edilir. Dünyâ ve âhiret kederleri ise, Allah'dan gayrısının ipine sarılmakdan ve nefse güç ve kuvvet izâfe etmekden ileri gelir. Görmüyor musun?; Allahu Teâlâ, nebîsi Muhammed aleyhisselâm için ne buyuruyor : "قُلْ لَٓا اَمْلِكُ لِنَفْس۪ي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ De ki, Allah'ın dilediğinden başka, ben kendime ne bir fayda sağlayabilirim ne de bir zarar verebilirim".
Cenâb-ı Hakk'ın Mûsâ aleyhisselâma hitâben "فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَۚ Ayakkabılarını çıkar!" diye emretmesinin ma'nasını, "Kalbinden âileni, çocuklarını ve Allah'dan gayrı ne varsa hepsini çıkar" diye tefsîr etmişlerdir. Âyetin devâmında, Allahu Teâlâ, "وَمَا تِلْكَ بِيَم۪ينِكَ يَا مُوسٰى Şu sağ elindeki nedir ey Mûsâ?" diye sorunca Hazret-i Mûsâ, "قَالَ هِيَ عَصَايَۚ O benim asâmdır" dedi yani âsâyı nefsine izâfe etti. Allahu Teâlâ, "قَالَ اَلْقِهَا يَا مُوسٰى Onu yer at ey Musâ" buyurdu, o da onu yere attı. Bir de ne görsün? Âsâ hızla harekete eden bir yılan değil mi! Mûsâ aleyhisselâm kalbini Allah'dan gayrısına bağladığı için, Allahu Teâlâ ona, "Ey Mûsâ! Bak görüyor musun! Kendisine dayanırım dediğin âsâ senin için bir düşmân olmuşdur" dedi. Bunun üzerine Mûsâ aleyhisselâm hemen Allah'a yöneldi de Allahu Teâlâ ona, "قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ۠ Al onu, korkma!" buyurdu. Allahu Teâlâ, Hazret-i Peygamber sallallahu aleyhi vesellem için de şöyle buyurmuşdur : "قُلْ لَنْ يُص۪يبَنَٓا اِلَّا مَا كَتَبَ اللّٰهُ لَنَاۚ De ki, Allah'ın bizim için takdîr ettiğinden başkası bize aslâ erişemez".
Allahu Teâlâ şöyle buyurur : "Hiç bir kul yokdur ki, ona bir belâ isâbet ettiğinde, mahlûkatın ipine sarılsın da ben onun önünden semânın esbâbını kaldırmayayım ve ona nefsini vekîl tayîn etmeyeyim. Yine hiç bir kul yokdur ki, ona gönderilen musîbete karşılık mahlûkatın ipine değil de benim ipime sarılsın da ben ona istemeden vermeyeyim ve bana duâ etmeden önce ona icâbet etmeyeyim.
Seyyidlerin en yücesi, âlemlerin efendisi, sevgili peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, varlığımızın sebebi ve mevcûdâtın sırrı olduğu halde, abdiyyet makâmında durup mübârek ayakları şişinceye kadar ibâdet ediyordu. O nerde biz nerdeyiz? Ey ârif! Gel bu yüce Peygamber'e uy da cânını da, rûhunu da her şeyini de onun yoluna fedâ et!
El fakru fahrî el fakru fahrî
Demedi mi âlemlerin fahri
Fahrini fakrın fahrini fakrın
Mahv u fenâda buldu bu gönlüm
Demedi mi âlemlerin fahri
Fahrini fakrın fahrini fakrın
Mahv u fenâda buldu bu gönlüm
0 Yorumlar