GENEL OLARAK DİN NEDİR ?
1. DIN NEDIR?
Din, “yol, inanç, âdet, bağ, töre, kulluk” anlamlarına gelir.
Din kelimesinin Arapça “dâl-yâ-nûn” kökünden türetilmiş
mastar veya isim olduğu kabul edilir. Sözlüklerde “âdet,
durum; cezâ, mükâfat; itaat; hesap; hüküm ve ferman; bağlılık” gibi anlamlara gelir.
Terim olarak din, müşahhas olması
zorunlu olmayan insanüstü bir güçle insanın ilişkisini açıklayan inanç, ibâdet ve ahlâk kurallarından oluşan sistemlerine
verilen genel bir isimdir. Din, sözlük anlamı ile insanların
yaratıcı olarak kabul ettikleri üstün güce olan îmanlarını,
ona yapacakları ibâdetlerin bütününü ve bu îmâna göre davranışların nasıl olması gerektiğini düzenleyen inanış yolu1
olarak tarif edilir.
Sühreverdî Avârif ’inde şöyle tarif eder:
Din (kelimesi), inkıyâd (boyun eğmek) ve huzûdur (tevâzudur). “Aşağı seviyede” veya “mütevâzi” demek olan “dûn”
kelimesinden müştaktır (türemiştir). Mütevâzi olan her şey
(ya da herkes) aşağı seviyede olur. Din de, insanın kendini
Rabb’ine teslim etmesidir (kendisini O’nun aşağı seviyesinde
görmesi, O’na boyun eğmesi, O’nun karşısında mütevâzi
olmasıdır)
.2
Din; dâl, ye ve nûn bütün alt anlamların kendisine döndüğü
tek köktür. Din bir tür boyun eğme ve itaattir. Din itaat etmek
demektir. “Âdete din denilir” ifadesine gelince, bu ifade doğru
ise kaynağı şudur: Nefs bir şeyi âdet ettiğinde onunla birlikte
gider ve ona boyun eğer. “Din gününün sahibi.” (Fâtiha, 4)
ifadesi de buradan gelir. Din günü hüküm günü demektir.
Bazı bilginler hesap ve cezâ günü olduğunu ileri sürmüştür.
Hangisi olursa olsun, din itaat edilen emir demektir.
Din “dane” [boyun eğdi] fiilinden türetilmiştir ve Kur’an’da
çeşitli tarz ve yönleriyle bu anlamı korumuştur.
Din kelimesinin Kur’an’da geçen anlamları şunlardır:
Tevhit: Tevhit Allah’a itaatla birlikte O’ndan başka ilâh
olmadığına tanıklık etmektir.
“Allah sadece kendisine ibâdet etmenizi emretmiştir. İşte bu
dosdoğru dindir.” (Yûsuf, 40).
Hesap: Hesap günü geldiğinde kul boyun eğer ve yaptıklarını
inkâr edemez:
“Din gününün sahibi.” (Fâtiha, 4).
Allah’ın hükmü ve takdiri.
Hz. Yûsuf’u hapseden hükümdarın hükmüne itaat, çünkü
din hükme itaat demektir.
Yûsuf, Allah dilemedikçe hükümdarın dinine göre kardeşini
alıkoyamazdı. (Yûsuf, 76).
İhlâs, İslâm ve îman:
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmrân, 19)
İbnü’l-Arabî’nin dine bakışı iki yönlüdür: Sözlük anlamıyla
(birinci nokta) ve şer’î anlamıyla din (ikinci nokta).
Bu nedenle aşağıda terimin iki yönünü İbn Arabî’nin yorumuna göre anlamaya çalışacağız ve İbn Arabî’nin dinlere
karşı tavrını inceleyeceğiz.
İbnü’l-Arabî dinin sözlük anlamından üç kavram çıkartır.
Buna göre din cezâ (karşılık ve amelin sahibine dönmesine),
boyun eğme ve âdettir. İbnü’l-Arabî şöyle der:
Din cezâdır:
“Din cezâdır, başka bir ifadeyle [kişiyi] mutlu eden ve etmeyen şey ile karşılık vermektir.
Mutluluk veren cezâ ‘Allah
onlardan râzı olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır.’
(Mâide, 119) âyetinde dile getirilmiştir. ‘Sizden haksızlık
yapanlara büyük bir azap tattırırız.’ (Furkân, 19) âyetinde
belirtilen ise, mutluluk vermeyen şey ile cezâlandırmaktır.
‘Onların günahlarını affederiz.’ (Ahkâf, 16). Bu da cezâdır.
Böylece dinin cezâ demek olduğu anlaşılmıştır.”
“Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Dinini değiştiren kimse...’
Böylece şirke din dememiştir, çünkü din cezâ (karşılık)
demektir ve müşrik olarak işlediği iyilikte ne geçmişte ne de
gelecekte bir karşılık yoktur. Müşrik, mekânı olan ve hiçbir
zaman çıkmayacağı ateşe vardığında ise bu da kesinlikle bir
cezâ değil, her şeyi kuşatmış rahmetin belirlediği bir tahsistir.
Böylelikle Hz. Peygamber ‘din’ derken, karşılığında hayır
ve kötülükte karşılığı olan dini kastetmiştir.”
Başka bir ifadeyle din cezânın sebebidir. Bunun nedeni,
şirk varken herhangi bir amelin fayda vermeyişine bağlıdır.
Müşrik yararlı amel ve iyilikler işlediğinde, bunlara bir karşılık, yani cezâ ve onun olabilirliğini meydana getiremez.
Çünkü müşrik hesaba çekilmeyecek, cehenneme girecektir,
bu ise bir cezâ (karşılık) değil, tahsistir.
Burada müşrikten kasıt ateş ehlidir ki, ateş ehlinin yeri ateştir.
Dolayısıyla onların cehenneme gitmesi bir cezâ (karşılık)
değil, tahsistir.
Din boyun eğmektir:
“[‘Allah katında din İslâm’dır.’ âyetindeki] Söz konusu din,
bilinen ve tanınan bir dindir. İslâm boyun eğmek demektir.
O halde din, senin boyun eğmenden ibarettir.
Allah’ın farz
kıldığı şeye ‘boyun eğmek’ özelliğiyle nitelenen, dini yerine
getiren ve onu namazı yerine getirdiği gibi yerine getirendir.
O halde kul, dini inşa eden, Hak hükümleri koyandır. Boyun
eğmek senin fiilinin kendisidir, din de senin fiilindendir.”
(Hâdiselere karşı itirazı terk etmek, boyun eğmenin hakîkatidir.3
)
Din -ki boyun eğmektir- Allah’ın şerîat yaptığı şeye boyun
eğmek, boyun eğmek ise uymak demektir.
İşte bu, Kur’ân-ı Kerîm’in, “De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana
uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i
İmrân, 31) âyetinde işaret edilen şeydir. “Bana uyunuz” ifadesinde hem uyma ve hem de yöneliş dikkate alınır.
Din âdet [dönmek] ve alışkanlık demektir:
“Allah dini âdet [dönmek] diye açıklamıştır. Çünkü hâlinin
gerektirdiği ve talep ettiği şey kula dönmüştür. O halde
din âdet demektir.
Âdetin anlamı, işin kendi hâline dönmesi demektir. Bu ise burada değildir, çünkü âdet aynı
zamanda tekrar demektir. Biz biliyoruz ki, insan olmada Ali Mehmet’in aynıdır, halbuki insanlık tekrarlanmamıştır.
İnsanlık tekrarlanmış olsaydı, çoğalmış olurdu. İnsanlık, tek
hakîkattir. Oysa duyu düzleminde şöyle diyoruz: ‘Bu benzerlik nedeniyle insanlık tekrarlanmıştır.’ Sahih hükümde
ise tekrarlanmadığını söyleriz.
”
Burada İbnü’l-Arabî dinin dönmek ve tekrarlanmak anlamındaki “âde” kelimesinden türetilerek, “benzeriyle karşılık
vermek” anlamına geldiğini açıklar. Âdet, benzerin tekrarlanmasından başka bir şey değildir. Din âdettir demek,
insanın hâlinin gerektirdiği şey ile [yaptığının] kula dönmesi demektir. O da cezâ (karşılık) şeklindeki dinin birinci
anlamına benzer.
İbnü’l-Arabî dini şer’î açıdan iki kısma ayırır: Allah katında
din ve yaratıkların katında din.
Allah katında din, peygamberlerine indirdiği dindir. Bu din, şerîatların formlarında ortaya çıkış aşamalarında birliğini yitirmez. Buna göre
ilâhî din birdir ve her zamanda o zamanın peygamberinin
şerîatının formuyla gözükür. Bütün şerîatlar, o biricik ilâhî
şerîatın sûretlerinden başka bir şey değillerdir (bu din Âdem
ile başlamış ve Hz. Muhammed ile sona ermiştir). O din,
son peygamberin şerîatıyla tamamlanmış dindir.
Halk, yani insanların katındaki din ise, Allah tarafından
gönderilmemiş, halk tarafından âdet edinilmiş kanunlardır.
Bu kanunlar, ilâhî hükme uygun olduklarında Allah onları
şerîat yaptığı şeyler gibi dikkate almıştır. Bu kısma örnek
olarak ruhbanlığı verebiliriz.
İbnü’l-Arabî şöyle der: “Din ikidir: Allah katında, Allah’ın
kendisine bildirdiğinin ve Allah’ın bildirdiğinin bildirdiği
kimsenin katında din; halkın katındaki din. Hak, bu dini
de dikkate almıştır.
Allah katındaki din, Allah’ın seçtiği ve halk dinine karşı yüksek paye verdiği dindir. Bu din şu âyette
dile getirilmiştir: ‘Allah katında din İslâm’dır.’ İslâm boyun
eğmek demektir. O halde din senin boyun eğmenden ibarettir. Allah katından olan Allah’ın koyduğu şerîattır. İkinci
tür ise halk katında bilinen bir peygamberin örfte bilinen bir
yolla getirmediği nevamis-i hikemiyye’dir (hikmet kanunları). Bu yüzden bunlar ilâhî şerîat ile birlikte ortaya çıkan
hikmet ve dirliğe uygun (faydalı) olduklarında, Allah onları
kendi katından farz kıldığı şerîat gibi muteber saymıştır.”
(...)
Din, Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tektir. Bütün şerîatlar ise inanç tohumlarına veya birbirine bağlı halkalara benzer. Fusûsu’l-Hikem, İbnü’l-Arabî’nin dinlerin farklılığını
ortaya koyduğu en nefis kitaptır. Buna göre her peygamberin
diğer peygamberlerin şerîat ve hakîkatinden ayrı ve farklı bir
şerîatı ve yöntemi vardır.
Böylece “birleştirici hakîkat”e veya
cevâmiü’l-kelim’e ulaşır ki, o da Muhammed Peygamber’dir
ve onunla bu tek din sona erer.
Bir insan dinlerin birliği ile tek din arasında nasıl bir fark
bulunduğunu sorarsa, şöyle cevap veririz: Bunları zaman
kavramı ayırır. Din aslında tektir ve Yahudilik, Hıristiyanlık
gibi dinlerin sûretlerinde farklılaşmıştır. Şeyh-i Ekber dinlerin birliği fikrinde olsaydı, bu zamanda da -ki bu zaman
İslâmiyet’in zamanıdır- geçmiş bütün dinleri, geçmiş ve
önceki bir hakîkat gibi değil, hâlihazırda geçerli bir hakîkat
olarak kabul etmek zorunda kalırdı. O halde tek din fikri,
belirli bir zamanda sadece bir şerîatı benimsemeyi gerektirir.
Buna şöyle bir örnek verebiliriz: Hıristiyanlık döneminde
Yahudilik geçmiş bir hüküm olarak kabul edilir, geçmiş bir
hüküm olarak ona inanmak gerekir. Fakat Hıristiyanlık
devrinde Yahudiler Hıristiyanlarla birlikte tek din mensubu
sayılmamışlar, aksine bu durumda Hıristiyanlık gerçek din, Yahudilik ise dinler tarihi kapsamına girer. Aynı şey İslâm
diniyle geçmiş dinlerin ilişkisinde söz konusudur.
Yani İslâm gerçek din, diğer dinler ise dinler tarihi kapsamındadır.
İbnü’l-Arabî dinlerin birliği fikrinde olmamıştır, bunun
yerine “tek din” inancına işaret etmiştir.
Bu tek din, belirli bir
zamanda tek bir şerîatı kabul eder ki, o da devrin şerîatıdır ve
Hz. Muhammed ile sona ermiştir. Bu bitişten şu sonuç çıkar:
Bu din, bütün boyutlarıyla kuşatıcılık özelliğine sahiptir.
Böylece İbnü’l-Arabî’de gördüğümüz ve çağdaş araştırmacıların iddia ettikleri gibi dinlerin birliği fikrini çağrıştıran
her ifade, gerçekte başka bir şeye değil, Muhammedî dinin
kuşatıcılığına işaret eder.
İbnü’l-Arabî şöyle der:
“Sizden dininden dönüp de ölen kimse
Dinin en kapsamlısını inkâr etmiştir
Çünkü o tek hakîkat sahibidir
Başka bir yerden gelmiş bir muhalifi de yoktur
Tek dinin her şeyi getirmiş olması onun şerîatıdır
Şerîat koyucudan hükümler o dinde böyle gelmiştir.
‘Çünkü o’ ifadesindeki zamir, dini gösterir. Allah şöyle buyurur:
‘Her biriniz için bir yöntem ve şerîat kıldık.’ (Mâide, 48). Burada
‘sizden her biriniz’, ümmetlere değil, peygamberlere işaret eder.”4
Ken’an er-Rifâî dini, “cisimden ve varlıktan münezzeh aşkın
ve îmânın, renksiz ve keyfiyetsiz olan bu yüksek duygunun
dünya planında bulduğu şekil, aldığı formasyon”5
olarak
tarif etmektedir
O dinde, sadece amele taalluk eden (amelle ilgili) ve her dine
göre değişen formel müesseseleri değil, prensipleri anlıyordu
ve bunu “fizik ve psişik âlemde görülen harikulâde intizam
ve gayeli, planlı bir kâinat görüşü olarak ve insan idrâkine
namütenahi (sonsuz) cüzler hâlinde dökülen küllî varlığın,
mânâ dolu bir vahdet hâlinde idrak edilmesi keyfiyeti” diye
vasıflandırıyordu.6
İnsanın kendi üzerinde tesis edeceği şuurlu bekçilik inanma, anlaşma, sevme ve müsamaha unsurlarından mürekkep, karşılıklı yardım ve menfaatsizlik şartları
ile sınırlanmış bir zemin üzerinde mümkündür ki, esasen
din de bunun cemiyet planında ifadesini bulmuş şeklidir.7
Din, hikmet, insaniyet ve ahlâktır.8
Dinin esası îman, yani Allah’ı sevmek ve bu îmânın ruhu
da halkı sevmektir. Hilkatin gayesi ahlâk güzelliği olduğuna
ve Resûlullah Efendimiz’in, “Ben güzel ahlâkı yaymaya ve
tamamlamaya memurum ve Allah indinde sizin makbulünüz, güzel ahlâka sahip olanlarınızdır.” buyurmuş olmalarına
nazaran, bu dediğimiz gönül bilgisini hâsıl edecek kudretin
mekârim-i ahlâkiye, ahlâk güzelliği olduğuna şüphe yoktur.9
Ken’an Rifâî bir gün, içimizden birinin kendisine sorduğu
“Din nedir?” sualini “Din ahlâktır.” diye cevaplandırmış ve
aldığı bu kısa cevaptan biraz da şaşırmış olan muhatabına,
“Niçin şaşıyorsun?
Resûlullah’da her dinin bir ahlâkı vardır, Müslümanlığın ahlâkı ise hayâ ve edeptir diyor.” diye
ilave etmişti. Aynı suali Müslümanlığa muârız (karşı) bir
kimse Hazreti Muhammed’e sorduğu zaman o da, “Din güzel ahlâktır.” diye cevaplandırmıştı. Sual sahibi ondan bu
cevabı alınca önünden yanına geçip sualini tekrarladı, gene,
“Güzel ahlâktır.” diye cevaplandırdı. Sonra öteki yanına geçti,
arkasına geçti, her seferinde aynı şeyi sordu ve nihayet mekân
üzerinde başka cihet (yön) kalmayınca Hazreti Muhammed
en sabırlılardan daha sabırlı ve sakin bir tebessümle boynunu
büküp gene, “Görüyorsun ya işte!.. Güzel ahlâktır.” diye
karşılık verdi. Bu hâdise bize Müslümanlığın ne taraftan
bakılırsa bir ahlâk düsturu ve tanzim edicisi olduğunu anlatma bakımından çok ehemmiyetlidir.10
Dinin vazifesinin insanları ahlâka sevk etmek olduğunu ve
ahlâklı kimselerin ise dine muhtaç olmadıklarını söyleyen
bir kimsenin fikirleri üzerinde konuşuluyordu:
“Dinin zâhir yüzünden başka, bir de insanoğlunu kemâle
eriştirmek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayatı kazandırmak
için; riyâzat, mücâhede, tasfiye, hâlini ıslâh potası içinde
temizleme ve pişirme tarafı vardır.
‘Ben ahlâk sahibiyim’
demekle cehil ve gaflet cehennemlerinden kurtulmak ve
hakîkî cennet olan ezelî yakınlığa erip aslî fıtratını bulmak
kabil değildir.
Resûlullah Efendimiz şöyle buyurur: ‘Allah, aklı kendisine
kulluk hususunda kullanmak için vermiş. Yoksa Rubûbiyet
sırlarını idrak etmek için değil...’
Onun için, aklın varsa, benim hiçbir şeye ihtiyacım yok
demeyip, kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve ruhundan
cehil ve gafleti silip, onu aslî temizliği ile meydana çıkarmaya bak!”11Peygamber Efendimiz’in yolunda gitsek, asıl ahlâka ehemmiyet vermemiz icap eder. Zîra onun en ehemmiyet verdiǧi
odur. “Ben mekârim-i ahlâkı tekmil (tamamlamak) için gönderildim.” diyen bir Sultan’ın dininde nasıl olur da ahlâk ön
safta bulunmaz? Allah’ı tanımayan kimsenin doǧruluǧu,
sahte bir doǧruluktur; şundan emin olunuz ki bir fırsatta
bu doǧruluk nasıl olsa iflas edebilir.
12
Din yerine başka bir şey kaim olabilir mi? “Hayır. Lâkin
dinin de, şerîat, tarîkat ve hakîkat kısımları vardır. Dini
şerîattan ibaret zannedenler aldanırlar. Resûlullah Efendimiz,
‘Şerîat gemi, tarîkat deniz, hakîkat da o denizdeki inciler
gibidir.’ buyururlar. Şerîatsız tarîkat, tarîkatsız şerîat erbâbı
gafildirler.”13
“Dinin istediği sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara
kadar oturup ibâdet etmek, hayrat ve hasenatta bulunmak
değildir. Şunu bilmek lâzımdır ki, Allah fiili ile, kavli ile,
sıfatı ve zâtı ile zâhir ve bâtın bütün tasarrufâtı ile insandan
zuhur etmiştir. Binâenaleyh Allah’ın lütfu, keremi, kahrı,
gazâbı insanlara, yine insanlardan zuhur eder. O halde her
muamelenin Hak’la olduğunu bilirsen kimden incinecek ve
kimi inciteceksin?
Bizim vücûdumuz Allah’ın kavline, fiiline,
tasarruf-ı zâhiriyye ve bâtıniyyesine (zâhir ve bâtın tasarrufuna) bir âlettir, çoğu zaman insan, Hakk’ın bu tasarrufunu
kendinden zanneder. Halbuki bu tasarruf ariyet (geçici) ve
emânettir. İşte Resûlullâh’ın, “Nefsini bilen Rabb’ini bilir.”
diye ifade ettiği düsturun mânâsı budur.”14
Dinler ahlâkî yönden bakılırsa esas itibarıyle birdir.
0 Yorumlar